E-Kİtap Nasıl İndİrİlİr?


Bu linklere tıkladıktan sonra ise karşınıza tam ekran bir reklam açılacaktır. (Bknz. Üsteki Resim) Sol üst köşede ise 5-10 sn geriye sayan bir sayaç mevcut sayaç saymayı bitirince GEÇ yazısı görünecektir, GEÇ yazısına tıkladıktan sonra indirme sitesine yönelirsiniz

(Harici farklı reklamlar açılırsa o sayfaları kapatabilirsiniz.)

Sonrasındaysa indirme sitesinin talimatlarına göre hızlıca dosyayı cihazınıza indirebilirsiniz.

Herhangi bir sorun yada kırık linkle karşılaşırsanız bize sorun yaşadığınız kitabın altına yada buradan yorum olarak yazabilirsiniz.

Not: İndirme linkine tıklayınca açılan geç reklamları, sizi rahatsız ediyorsa veya uygunsuz reklamlar çıkıyorsa bize bildirin talep olursa reklam kaldırılır.

7 Ocak 2017 Cumartesi

Bomba (Ömer Seyfettin)


Özet
Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzkü heyacanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyumaktadır. Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür. Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır.

Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’egiden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir. Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine, cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır.

Nazik ve şendir. Savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri, gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyete hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir. İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zapt etmektedir.

Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanları hatta Belçika ve Portekizlileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapt eden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetçisi olduğunu düşündükçe kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkâr eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan nekadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerek yürür.

Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinden ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır.

Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir  şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır. Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çocuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdaviç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mümtazlık gibi gelmiştir.

Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermesi şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi milyon Rumdan biri olarak değerlendirir.

Hikaye, gençliğini Makedonya’da geçirmiş eski bir zabitin hatıralarından alınmıştır. Sene 1903 , yer Pirbeçik, genç zabit halinden ve içinde bulunduğu ortamdan oldukça şikayetçidir. Bu duruma rağmen kendine verilen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır.

Genç zabit, devamlı İstanbul’u düşünmekte, o güzel İstanbul günlerinde yaptığı hovardalıkları anmaktadır. Şuan içinde bulunduğu durumu o eski günlere ne kadar zıt olduğunu, çekilmez olduğunu düşünmektedir. Oysa kendisi Hayat-ı Askeriye ye başlamadan önce hayallinde mükemmel, muntazam, şık bir ordu vardır. Taburun tüfekçisi Agah Usta da, genç zabitin bu durumu halinin farkındadır.

Agah Usta bir akşam genç zabitin odasın gelerek ona bozuk İstanbul şivesiyle nasihatler vermeye başlar. Ona artık İstanbul hayellerini bir kenara bırakması gerektiğini Olayları fazla kafasına takmamasını, gerektiğinde gülüp geçmesini hatta akşamları gerektiğinde bir tek atmasını ve kendisinin de buna eşlik edebileceğini söyler. Agah Usta ayrıldıktan sonra genç zabit onun söylediklerinde doğruluk payı olduğuna kanaat getirir.

Bir süre sonra genç zabitin Velmefçe taraflarındaki keşif görevine talip olur. Genç zabit kendisine verilen keşif görevi sırasında, düşmana ait boş erzak ambarları ve bir kaç köyden toplanan yüz-yüzelli kadar silahtan başka bir şey elde edememişlerdir. Civarda bir çete olabileceği ihtimaline karşı müfrezesiyle birlikte köyde kalır.

İlk günler oldukça zordur. Yerleştiği kırık dökük, pislik içinde olan ev ve bulunduğu ortam adeta bütün mevcudiyetini yok etmiş, caresiz bırakmıştır. Taki bir sabah penceresinden bakarken gördüğü Bulgar kızına kadar. Genç zabit bu kızdan çok etkilenir. Ona ilk görüşte aşık olmuştur. Yaşadığı bütün olumsuzlukları ona unutturmuş sanki aklını başından almıştır.

Bütün her şeyi bırakıp uzaklara kaçmayı bile düşünmeye başlamıştır. Lakin kendisinin bir Türk zabiti olması, ailesini ve ülkesini kötü bir duruma düşmemesi için , uzaktan uzağa kendi içinde bir aşk yaşamaya başlar. Bulgar kızı da bu durumun farkındadır. Genç zabitin devamlı onu izlediğini ve gözetlediğini bilmektedir. Bulgar kızıda genç zabiti her gördüğünde şu şarkıyı söylemektedir.

‘Naş, naş
Çarigrad naş..
Raz-va-tri’
Bu şarkının kendisi için söylenen bir aşk şarkısı olduğuna inanan ve bundan çok etkilenen zabit şarkıyı kendince tercüme eder.
‘Seni çok seviyorum
Seni çok seviyorum
Balkanlar’dan Şıka’dan
Aşıp geldim sana

Genç zabit şarkı sözlerini bu şekilde çevirdikten sonra, genç kızın söylediği şekilde mırldanmaya başlayarak, kızın her geçişinde ona doğru söyler. Ne yazık ki genç zabit için ayrılık zamanı gelmiştir. Askerler manastıra geri çağrılmaktadır.

Oysa genç zabıt güzel Bulgar kızıyla bir tek kelime bile konuşamamıştır. Ona bu şekilde veda etmeden gitmek iztemez. Çantasında hiç kullanmadığı kolonyayı gideceği sabah hancının çırağı ile göndermeye karar verir. Böylece genç zabitin gönderdiği hediyeyi genç kız ne reddedebileçek ne de teşekkür edebileçekti.

O sabah zabit pençereden dışarı baktığında güzel kızı göremez. Yine de çırağı yanına çağırır ve hediyeyi tarif ettiği kıza teslim etmesini söyler, çırakta ona kızın adının Rada olduğunu söyleyerek odadan ayrılır. O sırada hancı içeri girer ve zabitin toplanmasına yardımcı olmaya başlar. Artık zabıt dayanamayarak Rada’yı tanyıp tanımadığını sorar. Hancıda kendisini pek tanımam, ama babası iyi adam değildi, kilisede papaz iken kalktı bir gün komite oldu, geçen senede Velmefce’de vuruldu diye cevap verir.




Zabit daha sonra o çok merak ettiği şarkı sözünün manasını sorar. Alacağı cevap onu yıkacak, kendisinden nefret etmesine neden olacak vicdanını rahatsız edecektir. Aşk şarkısı zannettiği şarkının Türkçe karşılı şudur. ‘Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak’

HÜRRİYET BAYRAKLARI
Hikayenin kahramanı olan Türk , sıcak ve yorgun geçen bir günün akşamında Demirhisar’dan Cumayıbala’ya gelerek bir otele yerleşir. Sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türkülerin gürültüsü ile uyanır.Gerinirken, bu kansız ve hakikate ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılabının ikinci senesi olduğunu hatırlar. Milli bir bayram olduğunu “Lakin, acaba hangi milletin bayramı? “ diye düşünerek kalkar.

Pencereden bakar, dışarıda karmakarışık bir kalabalık, kaynaşarak gitmektedir. Bulgar dükkanları açıktır. Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hakim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakmaktadırlar. Bir süre bu geçiş törenini, On Temmuz kutlamalarını izler. Dalmıştır, Türkiye’nin, vatanının, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünür, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetinin büzüldüğünü, işlemez bir hale geldiğini duymaktadır.

Odanın kapısı açılır, Rum otelci atlarının hazır olduğunu söyler. Razlık’a gidecektir. Giyinir, yola çıkar. Bir saat sonra Papaz Bayırı’nı çıkan dik yokuşu tırmanmaktadır. Atından iner, tepeye çıkar. Biraz ileride bir atlı görür,kılıcının parıltısından bir zabit olduğunu anlar.Oda dinlenmektedir.yanına gider.Türkiye’de takdim ve takat dümebinced olmadığına Selam verir.Nereye gittiğini sorar. Gülümseyerek cevap verir.

‘Razlık’a efendim siz?’
‘Ben de’
‘O halde beraber gideriz’

Konuşmaya başlarlar. Konu politikadan açılır. Kahramanımız On Temmuz’un buralarda bile takdir olunduğunu söyler. Mülazım kahramanımızın hayretine canı sıkılmış gibi bir tavırla ‘On Temmuzu takdir etmek…’ bu da lafmı? Bu bizim en büyük en şanlı günümüz, en mukaddes milli bayramımız keşke bir gün yerine üç gün olsa der. Kahramanımız iddaaların aksini söyleyerek asabi munakaşacıları kızdırmak hoşuna gittiğinden ilave eder.

‘Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?’
‘Osmanlı milletinin…..’
‘Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kasdediyorsunuz?’
‘Hayır, asla … Bütün Osmanlıları… ‘
‘Bütün Osmanlılar kimlerdir?’
‘Tuhaf sual! Araplar,Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler,
Ermeniler, Türkler…Hasılı hepsi…’
‘Bunlar demek hep bir millet?’
‘Şüphesiz…’
‘Fakat ben şüpheliyim’ der.

Bu mümkün değildir ve bu imkansızlık nasıl riyazi ve bozulmaz bir kaide ise birbirlerinden tarihleri, ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları, mefkureleri ayrı milletleri cem edip hepsinden bir millet yapılamayacağını, bunları bir sayıp Osmanlı demesinin yanlış olacağını söyler Mülazım şaşırmıştır.

Onun şüphesiz ilk defa işittiği, bu kadar basit ve adi bir hakikaten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için sözlerine devem eder. Osmanlılık kelimesinin duveli bir tabirden başka bir şey olmadığını , Rumlar’ın, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin, Türkler’den intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabi daha makul, daha haklı mefkureleri olmayacağını anlatır.

Lakin mülazım anlamadığını, gözlerinden, birden coşmasından anlaşılmaktadır. Mulazım ‘sizinle münakaşa edemem’ der. Çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt…! Ayağa kalkarlar, atlarını yedeğe alarak yüremeye başlarlar. Bir süre sonra mülazım ‘ah, bakınız azizim…’ diye haykırır, ‘bakınız işte Osmanlılığın şahidi’.


Parmağıyla bin metre kadar ileride ucurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösterir. Köydeki sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarının bugünkü Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya anlaktıklarını, bu mukaddes On Temmuz gününü alkışlayan kırmızı bayrakları gösterir.

Bulgar köyündeki insanların, Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettikleri zaman kendilerinden önce onların koşacaklarını, Osmanlılık namına kanlarını dökeceklerini savunur. Kahramanımız kendini tutamaz ve ‘Bu Bulgar’lar ha?…! der.

‘Evet bu Bulgarlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Fakat siz mutassıpsınız inanmazsınız. Daha sonra yollarından bir buçuk saat kaybedecek olmalarına rağmen kahramanımız mulazımın ısrarlarına dayanamaz ve köye gitmeye karar verirler.

Köye geldiklerinde mulazımın en sadık dost dediği Bulgar’ların, tam aksine vurdumduymaz tavırları , hain ve kızgın bakışları ile karşılaşmışlar ve en önemliside mülazımın hürriyet bayrakları sandığı şeylerin aslında hava aldırmak üzere güneşe asılmış kırmızı biber dizeleri olduğunu şaşkınlık ve acı içinde görmüşlerdir.


Ana Fikir
Türklük,  ve milli benlik fikridir.


Şahıslar ve Olaylar
KENAN BEY; Avrupa’da çalışan bir mühendistir.Sonuçta Avrupa’ya gittiği için pişman oluyor.Vatanı seven bir kişidir.
GRAZİA; güzel ve kendi kültürüne bağlı bir kadındır.Kenan bey’in eşidir.Türklerin düşmanı olarak sayılır.
PRİMO; Kenan beyin oğludur.Türk olduğunu için gurur duyardı,fakat Türkçe konuşmayı ve Türk kültürünü bilmedi.Kenan beyin etkisiyle kendi kültürünü sarılıyor.


Yazar Hakkında 
28.2.1884 tarihinde Gönen’de doğdu. Öğrenimine Gönen’de başlayan , Ayancık’ta ve annesiyle birlikte geldiği İstanbul’da Aksaray’daki Mekteb-i Osmaniye’ye devam etti, Eyüp’teki Baytar Rüşdiyesi’ni bitirip asker çocuğu olduğu için Kuleli Askeri İdadi’sine yazıldı (1893), bir müddet sonra da Edirne Askeri İdadisi’ne naklolarak öğrenimini burada tamamladı.

Daha sonra İstanbul’da Mekteb-i Harbiye’ye gelen Ömer Seyfettin, piyâde mülâzımı sânisi rütbesiyle buradan mezun oldu. Teğmenlikle İzmir’de (1903-1910), sonra üsteğmen olarak Rumeli’de görev yaptı (1908-1910). Askerlik’ten ayrılıp Selanik’e gelerek, Genç Kalemler dergisinde yazmaya başladı. Balkan Savaşında tekrar subay olarak orduya döndü, Yunanlılar’ın elinde bir yıl kadar esir kaldı.

Esareti sırasında da öykü yazamaya devam ederek bunları Halka Doğru, Türk Yurdu ve Zakâ dergilerinde yayımladı. İstanbul’a dönünce ordudan ikinci kez ayrılıp, ölümüne kadar Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul’da öldü..
Öykü Kitapları
Sağlığında, Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1910), Harem (1918), Efruz Bey (1919) adlı hikâye kitapları yayımlandı. Bilgi Yayınevi Bütün Eserleri adıyla yazarın tüm çalışmalarını 16 kitapta topladı. Ömer Seyfettin’in bu seriden basılan öykü kitapları şunlar: Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Yalnız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabet.

Bugünün Saraylısı (Refik Halid Karay)


Konu

Kitapta genç ve çok güzel bir kızın babasının işleri nedeniyle dayısına gönderilmesi ve dayısının yanında başına gelenler anlatılıyor.
Özet
Postacının pek seyrek uğradığı evlerden Ata Efendinin evine bir mektup gelir. Mektup dayısının oğlu Yaşar’dan gelmiştir. Mektupta Yaşar’ın işi çıktığından dolayı kızını Düzce’den trenle İstanbul’a gönderdiği yazılıdır ve Ata’dan onu gardan alıp ilgilenmesini istemektedir. Zarfta ona yardımcı olması için bir miktar para da vardır. Evdekileri endişe sarar, acaba kız kaç yaşındadır diye düşünmeye başlarlar.
Yaşar üç kere evlenmişti. Eğer kızı ilk karısındansa 18 yaşında bir kız gelecektir ve bu kızı nasıl rahat ettireceklerini düşünmektedirler, çünkü evleri çok büyük değildir. Ayrıca damatlarından da çekinmektedirler. Damatları, devamlı işyerinde kızlarla takılan biraz serseri birisidir. Ama kız son karısından ise 8 yaşında bir kız geleceğini ve onun daha iyi olacağını düşünürler.
Ata Bey gün geldiğinde kızı almaya gara gider. Fakat tanımadığından garın boşalmasını ve en son kalan kişinin de kız olacağını düşünür. Öyle de olur. Garda kimse kalmadığında ona Ata Dayı diye seslenen genç bir kız sesi duyar. Kız 18 yaşında, uzun boylu, ince bir kızdır. Üzerinde siyah bir palto vardır ve başörtülü bir kızdır. Ama Ata onun çok güzel olduğunu düşünmüştür.
Sarı kaşları, bakır rengini andıran gözleri, uzun kirpikleri ve bembeyaz teni vardır. Garda kısa bir konuşmadan sonra vapur yolunu tutarlar. Ata şimdi eve gidince karısı Üftade’ye ne diyeceğini düşünmektedir. Çünkü onlar evde eğer genç biri gelirse geri göndermeyi kararlaştırmışlardır. Fakat Ata Bey onunla çok kısa bir konuşmadan sonra onun duygusal olduğunu anlamış, adını sorarken bile ağlaması onu çok etkilemiştir. Adı Ayşen’dir ama Yaşar ona hep Ayşe dermiş.
Kızı eve götürür. Üftade çok şaşırır. Kızı Feride ve oğlu Çetin de çok şaşırır. Ama herkes güler yüzlülükle karşılar. Kız banyosunu yapar ve yemeğe gelir. Ata gözlerine inanamaz. Çünkü kız çok güzeldir. İyi ki onu trene koyup göndermedim diye sevinir ama bunu belli edemez. Çünkü Üftade hiç memnun değildir.
Yemekte kız hediyelerden ve babasının ona Alımsızoğulları ticarethanesi vasıtasıyla para göndereceğinden bahseder ve Üftade daha memnun olur. Bu onun memnuniyetsizliğini biraz bastırmaya yetmiştir.
Kız gün geçtikçe İstanbul’a alışmakta, babasının verdiği paralarla iyice süslüleşmiştir. Hayranları artmıştır. Ata’nın sevgisi gittikçe artmaktadır. Birgün plaja giderler. Ata onların denize girme taraftarı değildir. Çünkü damadı Ayşen’i çıplak görecektir. Bundan hoşnut değildir. Fakat mayolarını giyerler ve denize girerler. Ata Üftade ile gazinoda oturur, onları beklerler.
Bu sırada Ata’nın çalıştığı ambarın patronunun oğlu Rüştü onların masasına gelir. Maksadı bellidir. Ayşen’i Ata’nın yanında görmüştür ve tanışmak istemektedir. Biraz konuşurlar, Rüştü kardeşi Serin’i alıp geleceğini söyler. O gittiğinde Ayşen, kızı, damadı masalarına gelirler. Az sonra Rüştü de kız kardeşiyle gelir. Rüştü çok ağır başlı davranmaktadır. Amacı Ayşen’i etkilemektir. Akşam olduğunda onları arabasıyla evlerine götürür.
Sonraki günlerde Rüştü Ata’ya iyice yakınlaşır. Taksim’de, Beyoğlu’nda, Park Otel’de eğlencelere Ata’yı ve ambarda çalışan İsmail Bey, karısı, baldızı, kızı ile eğlenmeye götürür. Ata, baldız Berin’den çok hoşlanır ve durumdan memnundur. Bir gün İsmail, Ata’yı ve ailesini evine davet eder. Ayşen burada Berin’le çok iyi anlaşır. Moda konusunda ondan destek alır. Onun önerdiği terzilere, kuaförlere gider. Ayşen gittikçe değişmeye başlar.
Daha altı yedi ay önce Düzce’den gelen kız büyük yol katetmiştir. Aylar böyle geçer Ayşen’e hayran birçok kişi çıkar. Adı Taksim’de Sarı Kıza çıkar. Onu herkes tanır. Evlenmek isteyen de çoktur. Başta Rüştü , sonra bir elçi Faruk Senayi Bey , Amerikalı bir subay Mister Tomas.
Yaşar bir zaman sonra İstanbul’a uğramış , Ayşen’e bir ev tutmuştur. Ata ve karısı ona dadılık gibi birşey yapmaktadır. Ata’nın damadı Yaşar’ın sayesinde tüccarlığa başlamış ve bir ev almıştır , oraya taşınmıştır. Ata Yaşar’ın kaçakçılıkla uğraştığını öğrenmiştir ve Yaşar devamlı yurt dışına gidip , arada sırada uğramaktadır.
Ata Ayşen’in ayrılmamaktadır. Her yere beraber gidemektedirler. Ayşen’in talipleri Ata’ya çok yakınlık göstermektedirler, çünkü Ata Ayşen’e babasından daha yakındır. Elçi ona bir apartman vereceğini söyler, Tomas onu dünyanın her yerine götüreceğini söyler , Rüştü’nün ise büyük bir mirası alacağı kesindir. Fakat Ayşen’in hiçbirinde gözü yoktur. O süsü ve hava atmayı çok sevmektedir. Bu yüzden üçünü de hep oyalamaktadır. Onlara oyunlar yapmaktadır. Ümitlendirip yüzüstü bırakmaktadır. Ama üçü de pes etmeden peşindedirler.
Birgün Ata ve Ayşen Dolmabahçe Sarayı’nda bir baloya giderler. Balodan çıkarken çıkan karmaşada , Ata paltosunu kaybeder ve başka birinin paltosunu alır. Gazeteye ilan verirler ve sahibi gelir. Sahibi Mısır’da genç bir paşadır. Adı Rüveyha Said’dir. Ayşen’i o da görür ve çarpılır. Artık bir niyetli daha vardır.
Ayşen ilerleyen günlerde Said’e iyice yaklaşır. Onunla evlenmeyi kafasına koyar. Pasoportunu gizlice çıkrtır. Mısır’a gitmeyi planlar. Dayısının bundan haberi olur. Onunla konuşur ve ondan ayrılacağı için çok üzülür. Ama bu olayın Rüştü tarafından duyulmasıyla işler karışır. Rüştü Mısır’a sadece paşanın gideceğini bildiğinden , ona oyun oynandığını düşünür. Ata’ya çok kötü bir dille konuşur ve onu tehdit eder.
Bunun üzerine Ata onunla hiç konuşmayarak işinden ayrılır ve Ayşen’i Mısır’a kendi elleriyle gönderir. Ayşen orada evlenir ve hayatını sosyete içinde geçirir. Dayısıyla arada sırada mektuplaşır. Aradan 17 ay geçtiğinde Rüştü Ata’nın yanına gelir. Ondan mazi için özür diler ve onunla görüşmek istediğini söyler. Ona Ayşen’le mektuplaştığını ve onun paşadan ayırılp İstanbul’a gelmek istediğini yazdığını söyler.
Ata buna çok sevinir. Hazırlıklara başlarlar. Eski odasını hazırlarlar. Fakat bir dönem Ayşen’den haber alamazlar ve endişelenirler. Paşanın durumu farketmesinden korkarlar. Birgün Mısır’dan bir elçinin geldiğini öğrenirler. Ata tek başına Ayşen’i sormaya gider ve Ayşen’in Mısır’da zevk verici ilaçlardan morfine başladığını öğrenirler.
Elçi bunun insana geçmişini hatırlattığını , geçmişe özlem duymaya başlattığını söyler. Bunu duyan Ata resmen yıkılır. Bütün hazırlıklar boşunadır. Hiç kimseye gözükmeden hüzün içinde dosdoğru adımlarla yürür. Bunlar basit ömrünün son adımları olmuştur.

Ana Fikir

Çok fazla para belli bir süre mutluluk getirir fakat her zaman sonu mutlulukla bitmez.

Şahıslar ve Olaylar
Kitapta olaylar en küçük ayrıntısına kadar anlatılmıştır. Çok sürükleyici bir anlatım tarzı vardır. Olaylarda bir abartı yoktur, hepsi mümkün olabilecek olaylardır.
ATA BEY: 52 yaşında, hala dinç olan, ailesiyle mutlu bir şekilde oturan, hayattan pek zevk almayan bir insadır. Bir ambarda sayım memurudur.
ÜFTADE: Ata’nın karısıdır. Para düşkünü bir kadındır. Biraz da cahildir.
AYŞEN: Ata’nın dayısının oğlunun kızıdır. Sarı saçlı, ince yapılı, sarı kaşlı, uzun kirpikli, tavşan gözü gibi kırmızıyı andıran gözleri olan çok güzel bir kızdır. Süse ve hava atmaya çok düşkündür.
FERİDE: Ata’nın kızıdır. Dolgun vücutlu, siyah saçlı, uzun boylu, güzel bir kızdır.
ATIF: Feride’nin kocasıdır. Eğlence ve kadın düşkünüdür.
RÜŞTÜ: Çok zengin bir işadamının oğludur. Atletik vücutlu, kızlara düşkün ve eğlence dünyasında tanınmış bir gençtir.
RÜVEYHA PAŞA: Çok zengin Mısırlı bir paşanın oğludur. Nil Nehri boyunca uzanan toprakların tek sahibidir. Mısır’da sözü geçen biridir. Ayşen’in kocasıdır.
Yazar Hakkında 
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18. yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasray Sultanisi ve Mekte-i Hukuk’da okuyan yazar, meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır. Kısa sürede üne kavuşmuş, Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur.
Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu’nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, Ancak 1. Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir. Dönüşünde Robert Kolej’de öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, iki kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan yazar Aydede adlı mizah dergisi de çıkarmıştır.
Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur.
1938’de yurda dönen yazar, çeşitli dergi ve gazetedeki yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür.
18.07.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel temel taşlarından biri olmuştur.

Adı Aylin (Ayşe Kulin)


KİTABIN ADI : ADI AYLİN
KİTABIN YAZARI : Ayşe KULİN
YAYINEVİ : Remzi Kitapevi AŞ.
BASIM TARİHİ : 1999
Kitabın Konusu
Bu kitap, kökleri Giritli Deli Mustafa Naili Paşaya kadar uzanan bir ailenin kızı olan Aylin DEVRİMEL ‘in fırtınalı yaşamının öyküsüdür.
Kitabın Özeti
Lise yıllarında uzun boylu ve sıka bir kız olan Aylin zamanla güzelleşmiş ve bir gün Esma teyzesinin daveti üzerine Paris’te bir otelde buluşurlar otelde prens olduğu söylenen bir Arap’la tanışır ve bu tanışmanın sonunda prensle görkemli bir yaşantı için evlenir Prenses olur. Ancak her şey düşündüğü gibi gitmez Prens Senusi doğu kültürü ile yetiştiği için batı kültürü ile yetişen Aylin’e ters gelmekte zamanla Aylin’in özgürlüğü kısıtlanmaktaydı evliliğe başladığı gibi sakin değil büyük bir kaçışla son buldu; yaz sonunda Aylin, ablası Nilüferle Cenevre ye gider. Yaşamanın ideali olan tıp okumaya karar verir ve büyük uğraşlar vererek Neuchatel Üniversitesine kayıt yaptırır. Okulun ilk yıllarında hayatında çok büyük değişiklikler yaparak, ihtişamlı hayatından sıyrılarak sade bir öğrenci olur. Tek hedefi olan tıp fakültesini bitirmek için çok çalıştı daha sonra fizik ve kimya derslerinde yardımcı olan Jean-Pierre ile evlendi. İki öğrencinin bu evliliği zaman içinde Aylin’in dış görüntüsünde olduğu kadar iç dünyasını da değiştirecektir. Aylin Jean-Pierre ile birlikte yaşadığı günlerde tıp ilmi ile yakından tanışıp ufkunun penceresini o zamana kadar hiç bilmediği yepyeni bir dünyayı ardına kadar açacak peşinden koştuğu gerçek zenginliğin dış dünyanın görkemli vitrinlerinde değil de insanlığın iç aleminde bulunduğunu öğrenecekti. Okul sonunda Jean-Pierre Nos Alamus’taki nükleer araştırma merkezinden geri çeviremeyeceği bir teklif aldı. Aylin de New Rachel Hospital Medical Center’dan teklif aldı; onların birbirlerine karşı olan sorumlulukları artık bitiyor müşterek hayatları bir yol ayrımına giriyordu. Ellerinde bu evlilikten altı yıllık sağlam bir dayanışma ve derin dostluk duyguları ile dopdolu gençlik anıları kaldı sadece.
Aylin çok ciddiye aldığı bu işine büyük bir heyecanla başladı. New Rachel’de tanıştığı Afganistanlı genç meslektaşı Azim’in karısı 11 yaşından beri arkadaşı olan Zeynep TARZI çıktı. Aylin, Zeynep ve Azim ile gittiği Afgan sefahati kokteylinde Paswak adındaki Birleşmiş Milletlerin Afgan esiri ile tanışır. Paswak evli olmasına rağmen Aylin ile arasında duygusal bir bağ oluşmuştu. Aylin o yılı aklı beş karış havada geçirdi. Bütün vakitlerini beraber geçiriyorlardı. Paswak bu yüzden önce Wall Dame’nin Birleşmiş Milletler genel sekreterliğine daha sonra 1974 yılında Hindistan sefirliğine tayini çıkmıştı.Roman ÖzetleriYüz Temel EserÖzet
Aylin kaderin ağlarını onlar için giderek daha çileli iplerle örmekte olduğunu nihayet görmeye başladı; ya sevdiği adamı peşinde dünyayı adım adım dolaşacak ya da mesleğini ön plana alacaktı. Tam meslek uğruna değmez derken Hastanede Psikiyatri bölümü şefliğine terfi etti. Sonunda Aylin’in sağduyusu aşkına galip geldi. Aylin gönlü yaralı bar kuşunu çok kısa bir süre oynadı sonra toparlandı ve işinin başına döndü. Arkadaşı Azim’in vasıtası ile kendi meslektaşı olan Michel RAMODİSLİ ile tanıştı. Michel’i çok etkileyici bulmadığı halde evliliğe giden ilk adımları Michel’in evinde attılar. Daha sonra Aylin bu evlilikten deliler gibi çocuk istemeye başladı. Aylin’in bu isteğine karşılık Michel dinine ve geleneklerine çok bağlı olduğunu doğacak çocuğun Yahudi kültürüne göre yetiştirilebileceğini söyledi fakat Aylin bunu bile sorun etmedi dinini değiştirmeyi göze aldı. Aylin’e göre insanları dinlerine, ırklarına ve dillerine göre ayırmak çok saçma idi ona göre insan, insan olduğu için çok değerli idi onun insan sevgisini bir din veya ırk engelleyemezdi Aylin çocuk yapma isteğinden 6 düşük yaptıktan sonra vazgeçecekti.
Aylin meslektaş olduğu Michel ile her an beraberdi işyerleri bir, evleri bir kısacası bütün zamanları birlikte geçiyordu belli bir süre sonra birbirleri ile bu kadar çok birlikte olmaları Aylin’i çok sıkmıştı gün geçtikçe birbirlerinden kopuyorlardı ve bir gün Aylin kocasına haftanın belirli günlerinde birbirlerine izin vermelerini bugünlerde değişik insanlar ile çıkabileceklerini bunu sonucunda diğer insanlarda görecekleri eksiklikleri kendilerinde tanımlayıp birbirlerine ölümsüz sevgi ile bağlanacaklardı. Fakat düşünülen olmadı Aylin yurt dışında olduğu günlerden birinde Michel bir arkadaşının evinde Barbara adında bir bayanla tanıştı ve bu tanışma evliliklerinin sonunu getirdi. Aylin sıkıntılı bir zamanında vardığı karar sonucunda kocasını kaybettiği için hem üzgün hem de suçluluk duygusu içerisindeydi. Bu sıkıntı ve üzüntü uzun sürmedi her şeyi bir kenara bırakıp mesleğinde ilerledi fakat bu ilerleme bile onu tatmin etmedi. Bir süre sonra Amerikan ordusuna katılarak Körfez savaşında ruf sağlığı bozulan hastaları tedavi eden doktor olmayı düşündü bu nedenle Oklahoma’ya körfez savaşında zarar görmüş askerleri tedaviye gitti.
Aylin Üniformasını ilk kez 1992’nin soğuk bir Ocak gününde giydi. 9 Kasım 1992’de ordunun fiziksel aktiviteler sınavını yüksek bir puana kazanarak başarı sertifikası aldı. Aylin ordudaki görevinde yine işine devam ediyor, hastalarına çare bulmaya çalışıyordu bir gün kendisine yeni bir hasta verildi bu kez hasta körfez savaşından sonra geldiği sivil hayata uyum sağlayamıyordu. Bunun sonucunda hiçbir suçu olmayan birçok sivili katletmişti.
Aylin bu hastası üzerinde çalışırken Amerikan ordusunun askerlerini cesaretlendirmesi için verdiği ilaçların yan etkisi sonucu hastanın bu duruma geldiğini saptadı ve bu sonucu tez bir halde askeri yetkililere bildirdi. Aylin’in verdiği bu sonucu askeri yetkililer daha önceden bildiğinden Aylin’in bu olayın üstüne gitmemesini istediler ve onu uyardılar Aylin bu sessizliği sindiremeyerek sözleşmesinin bitmesinin ardından Albay rütbesindeyken ordudan ayrıldı.
Ordudan ayrılmasından sonra 19 Ocak 1995 Perşembe günü evinin bahçesinde o sabah evini temizlemeye gelen hizmetçisi tarafından kendi arabasının altında ölü bulundu. Zengin, ünlü ve saygın insanların yaşadığı mahallede yerel polis ve yerel yöneticiler mahallenin adını polisiye bir olaya karıştırmamak için dosyayı apar topar denebilecek bir hızla kapattılar teşhis ise “Freak Accident” yani Garip bir kaza idi.
“… Yükseltilmiş sahnede kapağı açık maun bir tabut duruyordu uzun bir sıra oluşturan insanlar tabutta yatan albay üniformalı Amerikan subayını selamlayıp içlerinden dua veya veda ederek tabutun başından ayrılınca yanan yürekleriyle gelip salondaki koltuklarda yerlerini alıyorlardı. Herkes etrafa hakim olan ordu düzeninin saygınlığını kutsar gibi sessizce ağlıyordu… Katafalkın üstünde dört bir yanı rengarenk çiçeklerle donanmış tabutta yatan kişi, bir askerden çok, oraya bir film çekimi için öylece uzanıvermiş bir Hollywood yıldızını andırıyordu. Bu albay üniformalı Amerikan subayı bir Türk kadınıydı.
Kitabın Ana Fikri
Bir insanın azimle çalışınca başaramayacağı hiçbir şey yoktur.
Kitaptaki Olay ve Şahısların Değerlendirilmesi
Aylin : Genç,güzel,çalışkan ve azimli bir Türk kızı.Hedeflerine ulaşmak için her türlü fedakarlığı göze alıyor.
Michel : Yakışıklı,dürüst aynı zamanda da Aylin’in meslaktaşıdır.Aylin ile evlenir.
Kitap Hakkında Şahsi Görüşler
Yazar,Aylin’in başarılarla dolu hayatını oldukça açık bir dille ve gayet akıcı bir üslupla anlatmıştır.Okunmaya değer bir kitaptır.
Yazar Hakkında bilgi
Arnavutköy Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümünü bitirdi. Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalıştı. Uzun yıllar televizyon, reklam ve sinema filmlerinde sahne yapımcısı, sanat yönetmeni ve senarist olarak görev yaptı. Öykülerden oluşan ilk kitabı Güneşe Dön Yüzünü 1984 yılında yayınlandı. Bu kitaptaki “Gülizar” adlı öyküyü, Kırık Bebek adı ile senaryolaştırıldı ve bu sinema filmi 1986 yılının Kültür Bakanlığı Ödülü’nü kazandı. 1986’da sahne yapımcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlendiği Ayaşlı ve Kiracıları adlı dizideki çalışmasıyla Tiyatro Yazarları Derneği’nin En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü’nü kazandı. 1996 yılında Münir Nureddin Selçuk’un yaşam öyküsünün anlatıldığı Bir Tatlı Huzur adlı kitabı yayınlandı. Aynı yıl, Foto Sabah Resimleri adıl öyküsü Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, bir yıl sonra aynı adı taşıyan kitabı Sait Fait Hikâye Armağa’nı kazandı. 1997’de yayınlanan Adı; Aylin adlı biyografik romanı ile, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yılın yazarı seçildi. 1998 yılında Geniş Zamanlar adlı öykü kitabı, 1999’da İletişim Fakültesi tarafından yılın romanı seçilmiş olan Sevdalinka ve 2000’de yine bir biyografik roman olan Füreya yayınlandı.